Fark ettiniz mi bilmiyorum ama bazı şehirler var;seven ya tam seviyor ya da hiç sevmiyor. Ama ortası yok. Lizbon ve Dubai bunlara iki iyi örnek. Kiminin romantik ve mistik bulduğunu, diğeri karanlık ve iç kapayıcı olarak adlandırıyor. Aslında böyle olması iyi, yoksa herkes aynı şehirlere akın ederdi.
Giderken kafamdaki tek plan,sokaklarda kaybolup kendimce şehri keşfetmek ve hissetmekti. Havanın bile nasıl olacağını önemsemiyordum.Sonuçta şehir ve ben oradaydık ve hava nasıl olursa olsun köşe bucak gezmeye kararlıydım:)
Yolculuklarımda en ilginç gelen şeylerden biri, öncesinde aldığım rehber kitaplardır. Bol resimlilerden mi olsun yoksa bol bilgililerden mi? Kitap alınır, sayfalar karıştırılır, herşeye uzaktan bir gözle bakılır. Bilinmedik adresler, bilinmedik gelenekler. Sanki hep öyle uzak kalacaklarmış gibi bir hissiyat gelir. Kitap sizden bir adım öndedir. Gitmeden tabii ki sayfalar bir karıştırılır ama esas o ülkedeyken o kitap can dostudur insanın. Nerede yiyelim, hangi müzeyi görelim, o müze saat kaçta açık, o metro durağı hangi meydanda vs vs.
Sayfaların kenarı kıvrılır, üzerine çay dökülür, dondurma damlar. Dönüş yolculuğunda artık o kitaba avucumuzun içi gibi bakar, hatta eee zaten ben bunları biliyordum deriz.
İşte Lizbon'a giderken de ben bir yandan kitabımı okuyor, bir yandan da uçakta yolculuğuma uygun müzik arıyordum. Onca Fado, Jazz , Klasik Müzik,ve diğer tarzlar, yok!!!! Hiç biri olmadı. Birden Issız Adam film müzikleri...Haydaa ne alaka?? Ama yok çok uydu!! Dolayısıyla Lizbon'a , Ayla Algan ile ''Anlamazsın Anlamazsın'' diyerek gittim :))
Havaalanından taksiye atladığım gibi otele gidip, oraya valizi attığım gibi de sokakları keşfetmeye çıktım. Kasımın ortası ve hava inanılmaz sıcak. Çok şanslıyım, bunu beklemiyordum. Sokaklar tertemiz ve yoldan geçen insanlar gayet sakin ve kibarlar. Bizde ki gibi haldır haldır bir yerlere yetişme derdi olmadan yürüyorlar belli. Castelo de San Jorge okuduklarıma göre manzarası görülmeye değer bir kale ve benim kaldığım yere de çok yakın. Dolayısıyla oraya doğru yürümeye başladım ve yol üzerinde önce Santa Magdalena Kilisesini,ardından San Antonio ve daha sonra da Lizbon'un en önemli katedrali Santa Mar de Se'ye gittim. Neden gördüğüm her kiliseye giriyorum bilmiyorum. Hani hristyanlıkla ilgim alakam da yok ama belki bir önceki hayattan kalma alışkanlıktır, bilinmez. Neyse, kale gerçekten büyük ve isterseniz bir o kuleye bir öbür kuleye çıkabiliyorsunuz. Ama en güzeli bir köşede oturup tam karşınızdaki Lizbon manzarasının keyfine varmak. Tepeden de son derece huzurlu görünüyor kent.
Lizbon'a ilk merhaba :) |
Castelo de Sao Jorge |
Se Katedrali |
Sao Miguel Kilisesi |
İlginizi çekerse yine bu bölgede Fado Müzesi var.Saat 10 'da açıyorlar onun için erken gitmeyin. Fado, denizci erkeklerini kaybeden kadınların yaktıkları ağıttan türemiş. Bu müze de; hem tarihçesini hem de kullanılan enstrümanları, şarkıların sözlerinden örnekleri ve en ünlü fadocuları hakkında yapılan kısa bir belgeseli izleyebiliyorsunuz. Bence gitmeden önce Carlos Saura'nın Fado belgesel filmi izlenmeli. Amalia Rodrigues, Mariza, Carminho bildiğim meşhur Fado sanatçılarıydı. Ama bu seyehatimde, Camane' i favorilerim arasına ekledim. Yağmurlu günlerin vazgeçilmezi...
Geceleri ise, Alfama'nın her köşesi Fado dinleyebileceğiniz restaurantlarla dolu. Beli bir yerin ismini vermek gereksiz çünkü hepsi birbirine o kadar yakın ve ufak mekanlar ki, zaten müziği dışarıdan geçerken bile duyuyorsunuz. Onun için bakıp beğendiğinize girmek en mantıklısı. Sadece haftaiçi akşam gitmemeli çünkü çoğu açık değil, en azından kış dönemlerinde. Dolayısıyla cuma veya cumartesi gitmek daha akıllıca.
Lizbon'un İstanbul gibi tepeler üzerine kurulduğunu biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Neredeyse her köşede asansörler var ve sizi hem semtin yukarı kesimine taşıyor hem de manzara seyretme noktalarına. Bunlardan en meşhur olanı Santa Justa. Baixa bölgesinde bulunuyor.Ama şimdiye kadar bahsettiklerim zaten hep yürüme mesafesinde olan yerler. Bu arada Sao Domingos Kilisesinin yanında A Ginginha diye minik mi minik bir bar var. Ginginha'yı içeceğiniz mekan orası. Yani Portekiz kiraz brendisi. Dikkat edin tatlı tatlı,iyi çarpıyor...
A Ginginha |
Praça do Comercio,şehrin merkezi ve Tejo nehrinin kenarında kocaman bir meydan. Açıkçası gördüğüm en güzel meydanlardan bir tanesi. Gün batımında içkinizi veya kahvenizi içmek için ideal bir yer. Meydan da, şehrin giriş kapısı olan Rua Augusto var. Buradan geçtiğinizde; sizi, bizdeki İstiklal caddesine çok benzer bir cadde karşılayacak. Güzel kafeler,restaurantlar ve mağazalar var. Bütün paralel yolları ve ara sokakları gezmenizi tavsiye ederim. Son derece canlı ve keyifli bir bölge.
Hemen yan mahalle olan Chiado'da , Rua Garrett. Mağazalarla dolu bir cadde. Burada 1905' te açılmış olan, A Brasiliera Cafe'ye uğrayıp, meşhur şair ve yazar ,Fernando Pessoa'yı oturmuş arkadaşlarıyla sohbet ederken düşünmek ve kahvenizi yudumlamak günü renklendirecektir :)
Fernando Pessoa |
Rua Garrett No:120 |
Amalia Rodrigues'in Evi |
Pastel de Nata |
San Jeronimo Manastırı |
Keşifler Anıtı |
Belen Kulesi |
Belen Kulesi Manzara |
Yine bu bölge de, Museu dos Coches görülmeye değermiş. Benim vaktim yetmediği için gidemedim. Dünyanın en geniş atlı araba ve saraçhane müzesiymiş.
Evet;şimdilik,Lizbon hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Ama tabii ki Sintra ve Porto'yu da çok yakında ekleyeceğim. Onlarsız olmaz:))