2 Temmuz 2014 Çarşamba

Lizbon Lizbon:)

Kasım ayında gittim. Uzun zamandır aklımın bir köşesinde hep Lizbon vardı. Açıkçası bu şehri, İspanyol kentlerinin biraz daha iç kapayıcısı olarak hayalimde canlandırırdım.Onun için de çok acele etmedim.Nasıl olsa yolum düşer bir gün dedim. Fakat şehri görüp tanıdıktan sonra bunca zamandır buraya niye gelmemişimi kendime tekrar tekrar sordum. Hatta İstanbul'dan sonra aşık olduğum ikinci şehir oldu.
Fark ettiniz mi bilmiyorum ama bazı şehirler var;seven ya tam seviyor ya da hiç sevmiyor. Ama ortası yok. Lizbon ve Dubai bunlara iki iyi örnek. Kiminin romantik ve mistik bulduğunu, diğeri karanlık ve iç kapayıcı olarak adlandırıyor. Aslında böyle olması iyi, yoksa herkes aynı şehirlere akın ederdi.
Giderken kafamdaki tek plan,sokaklarda kaybolup kendimce şehri keşfetmek ve hissetmekti. Havanın bile nasıl olacağını önemsemiyordum.Sonuçta şehir ve ben oradaydık ve hava nasıl olursa olsun köşe bucak gezmeye kararlıydım:)
Yolculuklarımda en ilginç gelen şeylerden biri, öncesinde aldığım rehber kitaplardır. Bol resimlilerden mi olsun yoksa bol bilgililerden mi?  Kitap alınır, sayfalar karıştırılır, herşeye uzaktan bir gözle bakılır. Bilinmedik adresler, bilinmedik gelenekler. Sanki hep öyle uzak kalacaklarmış gibi bir hissiyat gelir. Kitap sizden bir adım öndedir. Gitmeden tabii ki sayfalar bir karıştırılır ama esas o ülkedeyken o kitap can dostudur insanın. Nerede yiyelim, hangi müzeyi görelim, o müze saat kaçta açık, o metro durağı hangi meydanda vs vs.
Sayfaların kenarı kıvrılır, üzerine çay dökülür, dondurma damlar. Dönüş yolculuğunda artık o kitaba avucumuzun içi gibi bakar, hatta eee zaten ben bunları biliyordum deriz.
İşte Lizbon'a giderken de ben bir yandan kitabımı okuyor, bir yandan da uçakta yolculuğuma uygun müzik arıyordum. Onca Fado, Jazz , Klasik Müzik,ve diğer tarzlar, yok!!!! Hiç biri olmadı. Birden Issız Adam film müzikleri...Haydaa ne alaka?? Ama yok çok uydu!! Dolayısıyla Lizbon'a , Ayla Algan ile ''Anlamazsın Anlamazsın'' diyerek gittim :))
Havaalanından taksiye atladığım gibi otele gidip, oraya valizi attığım gibi de sokakları keşfetmeye çıktım. Kasımın ortası ve hava inanılmaz sıcak. Çok şanslıyım, bunu beklemiyordum. Sokaklar tertemiz ve yoldan geçen insanlar gayet sakin ve kibarlar. Bizde ki gibi haldır haldır bir yerlere yetişme derdi olmadan yürüyorlar belli. Castelo de San Jorge okuduklarıma göre manzarası görülmeye değer bir kale ve benim kaldığım yere de çok yakın. Dolayısıyla oraya doğru yürümeye başladım ve yol üzerinde önce Santa Magdalena Kilisesini,ardından San Antonio ve daha sonra da Lizbon'un en önemli katedrali Santa Mar de Se'ye gittim. Neden gördüğüm her kiliseye giriyorum bilmiyorum. Hani hristyanlıkla ilgim alakam da yok ama belki bir önceki hayattan kalma alışkanlıktır, bilinmez. Neyse, kale gerçekten büyük ve isterseniz bir o kuleye bir öbür kuleye çıkabiliyorsunuz. Ama en güzeli bir köşede oturup tam karşınızdaki Lizbon manzarasının keyfine varmak. Tepeden de son derece huzurlu görünüyor kent.

Lizbon'a ilk merhaba :)

Castelo de Sao Jorge

Se Katedrali

Sao Miguel Kilisesi
 Lizbon'un her bir mahallesi ayrı güzel. Onun için yürümeyi seviyorsanız inanılmaz zevk alacağınız bir şehir. Alfama mahallesine bence hem gündüz gidilmeli hem gece. Gündüz gittiğinizde dar sokaklardaki küçük beyaz evleri, kilisesini, manavını ve bakkalını  görmek insanın içini ısıtıyor. Şehirde olduğunuzu unutuyorsunuz.

İlginizi çekerse yine bu bölgede  Fado Müzesi var.Saat 10 'da açıyorlar onun için erken gitmeyin. Fado, denizci erkeklerini kaybeden kadınların yaktıkları ağıttan türemiş.  Bu müze de; hem tarihçesini hem de kullanılan enstrümanları, şarkıların sözlerinden örnekleri ve en ünlü fadocuları hakkında yapılan kısa bir belgeseli izleyebiliyorsunuz. Bence gitmeden önce Carlos Saura'nın Fado belgesel filmi izlenmeli. Amalia Rodrigues, Mariza, Carminho bildiğim meşhur Fado sanatçılarıydı. Ama bu seyehatimde, Camane' i favorilerim arasına ekledim. Yağmurlu günlerin vazgeçilmezi...

Geceleri ise, Alfama'nın her köşesi Fado dinleyebileceğiniz restaurantlarla dolu. Beli bir yerin ismini vermek gereksiz çünkü hepsi birbirine o kadar yakın ve ufak mekanlar ki, zaten müziği dışarıdan geçerken bile duyuyorsunuz. Onun için bakıp beğendiğinize girmek en mantıklısı. Sadece haftaiçi akşam gitmemeli çünkü çoğu açık değil, en azından kış dönemlerinde. Dolayısıyla cuma veya cumartesi gitmek daha akıllıca.

Lizbon'un İstanbul gibi tepeler üzerine kurulduğunu biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Neredeyse her köşede asansörler var ve sizi hem semtin yukarı kesimine taşıyor hem de manzara seyretme noktalarına. Bunlardan en meşhur olanı Santa Justa. Baixa bölgesinde bulunuyor.Ama şimdiye kadar bahsettiklerim zaten hep yürüme mesafesinde olan yerler. Bu arada Sao Domingos Kilisesinin yanında A Ginginha diye minik mi minik bir bar var. Ginginha'yı içeceğiniz mekan orası. Yani Portekiz kiraz brendisi. Dikkat edin tatlı tatlı,iyi çarpıyor...


A Ginginha


18.yüzyıla kadar Lizbon Avrupa'nın en önemli ve aktif limanlarından biriymiş.Ta ki 1755 te ki,büyük depreme kadar. Malesef bu deprem kentin kaderini değiştirmiş,büyük bir kısmı yıkılmış ve 270 bin nüfusun 40 bini ölmüş. Bu depremden sonra kenti yeniden inşaya başlamışlar.

Praça do Comercio,şehrin merkezi ve Tejo nehrinin kenarında kocaman bir meydan. Açıkçası gördüğüm en güzel meydanlardan bir tanesi. Gün batımında içkinizi veya kahvenizi içmek için ideal bir yer. Meydan da, şehrin giriş kapısı olan Rua Augusto  var. Buradan geçtiğinizde; sizi, bizdeki İstiklal caddesine çok benzer bir cadde karşılayacak. Güzel kafeler,restaurantlar ve mağazalar var. Bütün paralel yolları ve ara sokakları gezmenizi tavsiye ederim. Son derece canlı ve keyifli bir bölge.

Hemen yan mahalle olan Chiado'da , Rua Garrett. Mağazalarla dolu bir cadde. Burada 1905' te açılmış olan, A Brasiliera Cafe'ye uğrayıp, meşhur şair ve yazar ,Fernando Pessoa'yı  oturmuş arkadaşlarıyla sohbet ederken düşünmek ve kahvenizi yudumlamak günü renklendirecektir :)

Fernando Pessoa
Rua Garrett  No:120


Bairro Alto mahallesinde, yine fado müziği dinleyebeleceğiniz kaliteli ve düzgün restaurantlar ve çeşitli barlar var. Bu semtte bulunan, Amalia Rodrigues'in şimdi müze olan evini ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Son derece ilginç.İnsanda, sanki kendisi oradaymış ve siz gelmeden biraz önce evden çıkmış gibi bir his uyandırıyor. Yatağının yanındaki giysisi, masasında ailesinin fotoğrafları, banyosu, kısacası ev herşeyi ile korunmuş. Zaten görevliler sanki müze değil de, akrabanızın evini ziyarete gitmişsiniz gibi davranıyorlar. Hoş yalnız gezemiyorsunuz ,mutlaka bir görevliyle ama olsun:)



Amalia Rodrigues'in Evi
Belem semti, Vasco da Gama'nın 1497'de Hindistan'a gitmek üzere yola çıktığı ve bir yıl sonra geri döndüğü yer. Buraya gitmek son derece kolay. Praça do Comercio'dan geçen 15 no'lu tramvaya biniyorsunuz ve sizi tam Jeronimo Manastırının önünde indiriyor. Tavsiyem Manastır öncesi enerji toplama niyetine, bir kaç metre uzağında bulunan ve 1837'den beri hizmet veren Belem pastanesine gitmeniz. Fırından yeni çıkmış, üzerine tarçın serpilmiş pastel de nata (kremalı tart) gerçekten inanılmaz. Tatlı sevmeyen biriyseniz bile deneyin derim:) İçerdeki mozaik kaplı duvarlar da inanılmaz zarif. Zaten tatlıyı yiyen duvara geçip poz veriyor:)

Pastel de Nata
Jeronimo Manastırı,16.yüzyılda yapılmış, Portekiz'in Manueline mimarisinin en başarılı örneklerinden biridir. UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'nde yer almaktadır. Kilise tarafında Vasco de Gama'nın , manastır tarafında da Fernando Pessoa' nın mezarları bulunmaktadır. Bence Manastır kesinlikle görülmeye değer.


         















San Jeronimo Manastırı
Oradan yolun karşısına geçip biraz yürüdükten sonra Keşifler Anıtı'nı göreceksiniz. Eser, 1960 'ta yapılmış. Giriş 3 euro ve yukarı çıkıp manzaranın tadına varabilirsiniz. Tüm şehir karşınızda. 1966'da yapılmış olan 25 Nisan köprüsü, kırmızı renkte ve kelimenin tam anlamıyla San Francisco'daki Golden Gate'in küçük bir kopyası. Köprünün diğer ayağının olduğu karşı kıyıda Almada'nın tepelerinde, İsa 'nın dev heykeli gözüküyor. 1959 yılında,Portekiz'in II. Dünya Savaşına girmeyişine itafen yapılmış eser. Rio de Janeiro'daki heykelden esinlenmişler. Tam o noktada, kendimi birden bire en sevdiğim şehirlerin toplanmış ve sanki önüme seçilmiş güzelliklerini sunuyorlarmış gibi hissettim. Rio'dan dev İsa heykeli, San Francisco 'dan köprü, İstanbul'dan da boğaz. Evet,Tejo nehri o kadar büyük ki bana hep boğazdaymışsım hissini verdi.

                                       



                                                                                 

Keşifler Anıtı
Yürümeye devam,sırada Belen Anıtı var. Hepsi yakın gibi gözükse de aslında çaktırmadan bayağ yürüyorsunuz. Fakat kuleye girip yukarıya çıkmak harika. Aynı masallardaki gibi.Sanki her an kulelerin birinden Rapunzel ya da bir şovalye çıkacakmış gibi hissediyorsunuz :)) Kule 1515'te inşa edilmiş ve 19.yüzyılda, bir dönem hapishane olarak da kullanılmış.
             
                                                                             
Belen Kulesi



                                            
                                                 Belen Kulesi Manzara

Belen Anıtı'nın tam karşısında Berardo Koleksiyonu Müzesi var. Tam karşısında diyorum ama yürümek 20 dakikamı aldı. Görüp de bir türlü varamamanın dayanılmaz ağırlığını hissediyorsunuz!!!!!!:)  Joe Berardo tarafından toplanmış olan eşsiz bir modern sanat koleksiyonu. 1920 ler deki eserlere inanamadım.O dönemde bu kadar modernist çalışmalar olduğunu bilmiyordum ve ağzım açık kaldı. Bu arada Andy Warhol'un Judy Garland çalışması da burada. Müzeyi gezmeden önce,hemen bahçesinde olan Este o Este Cafesinde bir şeyler yiyip, kısa bir mola vermenizi öneriyorum. Hem çok keyifli hem de müzeyi gezecek enerjiyi toplamanıza yardımcı olur.
Yine bu bölge de, Museu dos Coches görülmeye değermiş. Benim vaktim yetmediği için gidemedim. Dünyanın en geniş atlı araba ve saraçhane müzesiymiş.

Evet;şimdilik,Lizbon hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Ama tabii ki Sintra ve Porto'yu da çok yakında ekleyeceğim. Onlarsız olmaz:))



                                 

                                                         





2 Haziran 2014 Pazartesi

Capri ve Amalfi kıyıları.

Yazmaya karar verdim. Muhtemelen yaptığım seyahatlerle ilgili olacak. Senelerdir değişik ülkelere giderim ama açıkcası yazmak hiç aklımda yoktu. Oysa bir ülkeye giderken mutlaka blogları okur ve faydalanırım. Gittiğim ülkeler hakkında ne tarz bilgi vereceğimi henüz bilmiyorum. Sanırım yazdıkça ortaya çıkar.
Capri ve Amalfi kıyılarına gidiyoruz. Dört günlük bir seyahat ve Napoli 'den başlıyoruz. Napoli'ye Alitalia Havayolları ile Roma üzerinden geçtik. O kadar çok havalimanında bulundum, Roma havalimanı kadar kalabalık olanını sanırım görmedim. Sanki konser var herkes gelmiş.
Roma Napoli arası 35 dakikalık kısa bir uçuş.Napoli Havalimanı tahmin ettiğim gibi ufak bir havalimanı.Mayıs sonu ama şansımıza hava yağmurlu. Bakalım yağmurda Amalfi, nasıl?!!..Havanın güneşli olacağına kendimi öyle bir şartlamışım ki, valiz hazırlarken hava durumunu kontrol edip, yağmuru görmeme rağmen kapalı ayakkabı koymadım!!!! Neyin inadıysa bu!!!!
Napoli Havalimanından kiraladığımız arabayla sağanak yağmur eşliğinde Ercolano kasabasına gittik. Önce Viva lo Re adlı bir restaurant'da güzel bir yemek yedik ve oradan 10 dakikalık yürüyüşle Herculaneum antik kentini gezdik. Kesinlikle görülmeye değer bir Roma şehri. Vezüv Yanardağının  MS 79 yılında patlamasıyla lavların altında kalmış bir şehir... Pompei ile kader arkadaşı. Oldukça büyük sayılır. Birbirine paralel sokaklar ve duvarlarında freskler,yerlerinde mozaikler olan zenginlerin evleri ve onların şaraphaneleri,hamamları...Binalarda daha çok volkanik taş kullanılmış ama cephelerin çoğu hiç şüphesiz mermer sütunlarla süslüymüş...Henüz okullar yaz tatiline girmediği için olsa gerek çok az insan vardı. Şehri görmek için 1.5 saat yeterli diye düşünüyorum.
                                                     
Herculaneum
Şansımıza yağmur durdu,yoksa durumumuz fena olurdu. Oradan çıkıp, arabaya atladığımız gibi Amalfiye doğru yola çıktık. Evet söyledikleri gibi yol çok dar ve insanlar kötü araba kullanıyor ama görmeye değer. İl Postino filminin bir fragmanını izliyormuş hissine kapıldım.  Yeşil dik yamaçlar, balkonlari çiçek dolu, panjurlu renkli evler,üzüm bağları ve limon ağaçları. Limonlar bu arada abartısız kafam kadar.Meşhur limoncellolar demek ki, bu çeşit limondan oluyor. Bu arada denedik ve biz beğenmedik. Bol şekerli ve alkollü kolonya gibi!!!!                                        
                                                               
Limoncello ve limon sabunları
Otelimiz Amalfi'de olduğundan ertesi gün Capri'ye feribota bindik. Gidiş dönüş 40 euro kişi başı. Capri' ye mutlaka gidilmeli. Adaya ilk varınca limanda şöyle bir dolaşmak ve sonra arka sokaklardaki dükkanlardaki zevkli ürünlere bakınmak ilk iş... Meydanda solda Restauranti Pullali Wine bar var... Yemekler ve özellikle mozarrella de bufalo son derece lezzetli ayrıca meydan manzaralı keyifli bir terası var.

Ana Capri
Oradan taksiyle Ana Capri'ye geçtik.Teleferike bindik. Ama bizdeki gibi beş altı kişilik olanlardan değil. Tek sandalyeye oturup uçmaca!!!!! Çok keyifli ama yükseklik korkusu olanlar iki kere düşünsün... Tepeye vardığınızda harika bir manzara ve hoş bir cafe mevcut.

Ana Capri Teleferik


Ana Capri'de, Restaurante la Giara nın yemekleri iyi görünüyordu. Auraro Restaurant da belli ki, geceleri dolu ve eğlenceli bir mekan. İç dekorasyonu çok hoşuma gitti.... Capri'de genellikle mağazalar çok şık ve güzel ürünler var. Biz kalmadık ama bence adanın tam anlamıyla keyfine varmak için bir yada iki gece kalınabilir.
Bu arada Ana Capri deki San Michele Kilisesi'nin yer mozaikleri görülmeye değer. Adem ve Havva'yı elmayı yemeden önce görüntülemişler:))))


San Michele Kilisesi
Gelelim Amalfi'ye, son derece sevimli ve küçük bir kasaba. Ara sokaklara girip güzel restaurantlar keşfetmek keyifli. Bu arada, Mayıs sonu olmasına rağmen bize biraz kalabalık gözüktü yazın nasıl olur tahmin bile edemedik. Kesinlikle ya ilkbahar ya sonbaharda gelmeli. Sadece yoldaki trafik açısından değil, kasabalarda da yürünecek yol bazen bir tane ve neredeyse sırayı takip ederek yürüyorsun. Özellikle Positano'da.

Amalfi

Positano, inanılmaz romantik bir sahil kasabası orada da kalmak hoş olur. Tabii kalabalık olmayan dönemlerde. Güzel sanat galerileri ve hos restaurantlar var.Bu arada,şayet araba ile gidecek olursanız, Positano'nun içinde biraz pahallı olmakla birlikte bir sürü otopark var.

Positano

Seyahat boyunca aklımda sürekli Ferzan Özpetek'in filmleri.Hatta mucize olsa ve yan masada otursa sonra Türkçe konuştuğumuzu duyunca oradan muhabbete başlasak!!!! Ümit dünyası işte!!!:)
Ne diyorduk??? Yemekler diyelim. Tabii ki, süper.Genelde her çeşit pasta yani makarna, pizza, deniz ürünleri ve et. .Mozarella peynirini normalde sevmememe rağmen itiraf edeyim orada yediklerimi beğendim. Hani şu mozarella de buffalo olanını. Aslında bence buralarda sık sık yenmesi gereken şey dondurma. Gerçekten çok lezzetli. Bol çeşit oluşu da bonusu!!!!



İsmini bilmemekle birlikte harika bir yeşil zeytin var. Yeşil erikle zeytin arası bir şey.... Erik gibi görüntüsü ve kütür kütür sesi ama tadı zeytin tadı bayıldım,şiddetle tavsiye ederim.
Tüm bu sahil kasabalarını biz arabayla gezdik ama bu bölgede araba yoksa da hiç sorun yok. Hatta belki olmaması daha rahat.bütün bu kasabalara deniz yoluyla ulaşabilirsiniz hem keyifli hem rahat... Ya da çok sık otobüsler var ve gayet medeniler.

Amalfi Kıyıları
Sorrento'ya gelince, büyük bir şehir. Güzel bir meydanı ve ordan dağılan sokaklarda her zamanki gibi mağazalar ve dondurmacılar. Burada tavsiyem bus turistico ile şehri dolaşmanız hem zamandan kazanırsınız hem rahat olur.  Limanı hayal kırıklığına uğrattı ve hemen yanındaki sahili de. Dolayısıyla bence Sorrento gidip görülmeli ama sonra diğer kasabalara geçmeli. Hatta yol üzerindeki; Maiori , Minori ve Vietri sul Mare de görülmesi gereken küçük ve sempatik kasabalardan. Hem çok daha az turist var yollarında.

Sorrento Plajı
Pompei'ye gelince büyük olduğunu biliyordum ama bu kadarını tahmin etmiyordum. Vaktim az olduğu için inanılmaz hızlı bir şekilde yürüdüm hiç oyalanmadım . Buna rağmen üç saatimi aldı. Görmediğim köşelerde kalmıştır. Taştan yapılmış bilinen en eski amfitiyatro bu şehirde ve gayet ihtişamlı görünüyor.Pazarı,yerleri mozaik kaplı ve duvarları fresklerle boyalı büyük evler (tabii ki zenginlere ait olanlar), devasa hamamlar, tiyatrolarıyla klasik bir Roma şehri ve inanılmaz güzel. Kentin hemen arkasında denizi ve diğer tarafta da 1280 metre yükselikte olan Vezüv dağını görüyorsunuz. O kadar yakin ki,bu kentlerin tamamının lavlar altında kalmasına şaşıramıyorsunuz.


Pompei Antik Kenti
Vezüv Yanardağı

Bu muhteşem şehri görmek için bence en az yarım gün şart. Ören yerinin içinde kafeterya ve tuvaletler var. Dolayısı ile vaktiniz varsa uzun uzun gezebilirsiniz.Sadece yazın giderseniz gercekten şapka alın.Çünkü hem aşırı sıcak hem de gölge yok...Bir de bu şehri tam olarak özümsemek için Napoli Arkeoloji Müzesini de programa eklemeli. Tabi eğer tarihe ve arkeolojiye ilginiz varsa.
Özetle biraz tarih,biraz doğa,biraz güzel yemek ve şarap istiyorsa canınız, bu bölge tam aradığınız özelliklere sahip. İyi tatiller.



Capri